1935 ile 1945 yılları arası çok karanlık
yıllardı. İkinci dünya savaşı milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu. Dünyada
etkilenmeyen ülke neredeyse kalmadı. Savaş bittiğinde Dünyada demokrasi ile
yönetilen sadece 17 ülke kalmıştı. Sizlere
bugün, o karanlık günlerde bir kısmı
Türkiye’de yaşanan bir dramı anlatmaya çalışacağım.
22 Haziran 1941. 3 milyon Alman askeri,
Barbarossa Harekâtı ile Rus Toprakları’na girdi. 21 Ekim 1941’de Kırım
Yarımadası’nı anakaraya bağlayan Perekop kıstağında Kızıl Ordu, Almanlar’a
yenildi. Almanlar Kırım’a girdiler.
Stalin döneminin baskılarından bunalan Kırım
Türkleri (Tatarlar), Nazileri adeta kurtarıcı olarak görmüşlerdi. Naziler için de
bu bulunmaz fırsattı. Almanlar’la Tatarlar, iyi anlaşıyorlardı.
Türkiye o yıllarda hesapta tarafsızdı.
Fakat içten içe Alman yanlısı idi. Barbarossa harekâtı başladığında
milletvekilleri birbirilerini tebrik ediyorlardı. “Gazamız mübarek olsun” diyerek
Almanya’nın, Rusya’ya saldırısını bayram havasında kutlamışlardı. Türkiye,
Kırım Tatarlarını Nazilerle işbirliğine teşvik ediyordu. Hatta MAVİ ALAY adı
verilen bir de birlik kurmuşlardı. MAVİ ALAY,
Almanlar’ın yanında Ruslar’a karşı savaşmaya başlamıştı.
Nisan 1944. Gün gelmiş devran dönmüştü.
Almanlar Rus kışına mağlup olmuşlardı. Kızıl Ordu Almanlar’ı önüne katmış
kovalıyor, Almanlar ise kaçıyorlardı. Türkiye’nin teşviki ile kurulmuş bulunan
MAVİ ALAY askerleri de, aileleri ile
birlikte (7 bin kişi) mecburen yerlerini yurtlarını bırakıp Almanya’ya
giderler.
Önce Kuzey İtalya'daki
Pazulla Bölgesine yerleştiriliyorlar. Yaptıkları büyük hatadan sonra
Kafkasya'ya benzeyen bu dağlık bölgede kendilerine yeni bir hayat kurmaya
çalışıyorlar. Ancak bu hayalleri kısa sürede yıkılıyor. Çünkü İngiliz ve Amerikan
orduları Akdeniz sahillerinden İtalya’nın kuzeyine doğru ilerlemektedir. Bunun
üzerine Tatarlar çoluk çocuk daha kuzeye, Drau nehri kıyısındaki Ober Drauburg yöresine
naklediliyorlar. Nehir kıyısına kurulan çadırlarda ve derme çatma barakalarda
aileleriyle yaşama tutunmaya çalışıyorlar zor bela.
Ancak henüz çileleri
bitmemiştir. Hatta asıl felaket yeni başlamaktadır. Başlarına sarılan beladan
kurtulup yeni bir hayat kuracaklarını zannederken bu defa hepsi birden
Avusturya'nın işgali ile görevlendirilen 8.İngiliz ordusuna esir
düşüyorlar.
Bu esaret bile onlar
için bir kurtuluş vesilesi olabilirdi. Ankara'ya güvenmiş, Almanlarla işbirliği
yapmış, çoluk çocuk yerlerinden yurtlarından olmuşlardı. Rus ordularının eline
düşerlerse başlarına geleceği biliyorlardı. O yüzden İngiliz ordusunun esiri
olmak, onlar için bir kurtuluş sayılırdı. Yeter ki Ruslar’ın eline
düşmesinler...
Fakat Stalin
peşlerindedir. Tatarlar’ı kendilerine vermeleri için İngilizler’e
bastırmaktadır.
Tatarlar’ın birçoğunun
Türkiye’deki akrabaları vardı. Oraya gidebilirlerdi. Tabii ki Türkiye onları
mülteci olarak kabul ederdi. İngilizlere
dilekçe üstüne dilekçe vermeye başladılar. Ama Ankara'dan beklenen haber bir
türlü gelmiyordu. Onun yerine başka bir haber geldi. Londra'dan gelen bir
telgrafla dünyaları yıkıldı. Telgrafta, yapılan anlaşmalar gereğince, Rus
ordusuna teslim edilmeleri emrediliyordu. Kurtarılmayı beklerken ölümle yüz
yüze gelmişlerdi.
28 Mayıs 1945. Karar esirlere tebliğ edilir. İngilizler,
esirlerin öldürülmeyeceği konusunda Moskova'dan garanti aldıklarını
söylüyorlar, Tatarlar’ı sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Ne garantisi, garanti
filan yoktu!
Kırım Türkleri
(Tatarlar) kelepçelenerek Ruslara teslim
edilecekleri başka bir İngiliz kampına, Dellach'a nakledildiler. Moskova,
esirleri teslim alacak olan Rus birliklerine, “esirlerin savaş suçlusu olduklarını
ve haklarında verilmiş genel emir gereğince kurşuna dizileceklerini” çoktan bildirmişti. Bütün ümitlerini
kaybetmişlerdi. İşte o zaman dünya tarihinde eşi çok az görülmüş bir karar
aldılar.
Onurlu Tatarlar, Rus
askerlerinin eline düşmektense intihar edeceklerdi.
Anneler çocuklarının
ellerinden tuttular. Önce onlarca kadın kendilerini çocuklarıyla beraber deli
dolu akan Drau nehrinin soğuk sularına attı. Kısa sürede nehrin girdaplarına
kapılıp boğuldular. Onları yüzlerce, derken binlerce Tatar izledi. Suda
çırpınanların çığlıkları kıyıdakilerin çığlığına karışıyordu. İnanılmaz bir trajedi yaşanıyordu. Onurlu
Tatarlar, kadın, erkek, çoluk, çocuk, dualarla kendilerini çılgınca akan nehre
atıyorlardı. Çığlıklar yeri göğü inletiyordu. Bir kaç gün içinde 3 bin esir (!) eriyen karlarla coşan Drau nehrinin soğuk
sularında yok oldu.
Kalan yaklaşık 4 bin
kişi Rus birliklerine teslim edildi. Esirler trenle götürülecekti. Ama bir
sorun vardı. Savaş sırasında Doğu Avrupa'daki bütün demiryolları ve köprüleri
yıkılmıştı. Sağlam kalan tek demiryolu ise Türkiye'den geçiyordu!
Moskova gerekli izni
Ankara'dan kısa sürede aldı. Temin edilen bir yük trenine tıka basa doldurulan
esirlerin şimdi yepyeni bir ümidi vardı. Anavatan (!) onları göz göre göre ölümün kucağına atmazdı.
Tren Edirne'ye yaklaştığında bir sevinç dalgası sarmıştı esirleri. Ruslar havalandırma pencerelerini kapatmıştı, ama
ne beis? Tren Türkiye sınırlarına giriyordu. Türkler elbette pencereleri açacak
ve sonra onları kurtaracaktı. Yaşasın!
Önceki umutları gibi
bunda da yanıldılar. Ne pencereler, ne de kapılar asla açılmadı. Ölenlerin
cesetlerini bile dışarı atamıyorlardı. Tren, yalnız su ve kömür almak için
duruyordu. Doğu Anadolu'ya geldiklerinde umutların yerini şüphe, şüphenin
yerini korku ve panik kaplamıştı. Tren Kars'a vardığında esirler son bir ümitle
''Ruslar vuracağına siz vurun ''
diye hep bir ağızdan bağırmaya başladılar. Ama çığlıklarını kimse işitmiyordu. Vagonlara
muhafızlık eden askerler, emirlerle
vicdanlarının arasında kalmışlar, isyan edecek noktaya gelmişlerdi.
Derken, esirler vagonlardan
birinin kapağını kırdılar. Çıkanlar
kendilerini trenin geçmekte olduğu Serder Abad, Kızıl Çakçak barajının sularına
atmaya başladılar. Trene nezaret etmekle görevli Türk heyeti ve askerler donup
kalmışlardı. Tatarlar, gözleri önünde
toplu halde intihar ediyorlardı.
Bu son intihar furyasından
sonra yaklaşık geriye sadece 2 bin kişi kalmıştı. Onlar baraj gölünün karşı
kıyısında bekleyen Rus infaz birliklerine teslim edildi. Daha Türk heyeti
oradan ayrılmadan Rus askerleri esirleri trenden indirip gruplar halinde
kurşuna dizmeye başladılar. Heyet son esir de kurşuna dizildikten sonra
Türkiye'ye döndü, Ankara olaya hiçbir tepki göstermedi, tutanaklar açıklanmadı.
Bu korkunç trajedi unutulmaya mahkûm edildi.
Avusturya'lılar ise
tanık oldukları katliamın anısına İrschen köyünde bir anıt diktiler. Her sene
mayıs ayında Rus askerlerine teslim olmaktansa kendilerini nehre atan Kırımlı
Türklerin anısını bir törenle hatırlayıp yâd ediyorlar.
Türkiye ise, bu olayı
hatırlatacak bir taş bile dikmedi… Oysa, bu insanları Almanların safında savaşa
girmeye ikna eden Ankara'ydı.
Karanlık günlerdi, çok
karanlık.
Sevgiyle kalın, hoşça
kalın sevgili okurlar.
Aaron Baruch (Ankaralı)
Kaynakça : Sn. Ayşe Hür
Sn. Avni Özgürel